“Unutmak geliyor, uyku gibi geliyor, durduramıyorum.”
Ömrünü geriye doğru adımlayan, çaresizce kendi hayatının içine sızan bir adamın hikâyesi bu. Dün ayağına takılan taşları yıldızlara uzanır gibi toplarken bugünün içinde kaybolanın, kendini aynalarda değil takvimlerde arayanın, rüyalarında bile eğreti kalanın, unuttukça geç kalıp hatırladıkça aksayanın hikâyesi Kırk Kabuklu Çekirdek. Peki, ya zaman ayağına takılır da düşersen?
Her şey yolunda zannederken kendi gölgesine çarpıp parçalanan bir adamın aksak zihnine tercüman oluyor Ezgi Ayvalı; hafızalarda yer edecek bir ilk romanla, varoluşun çetin sorularından birini yüklenerek çalıyor kapımızı: Şimdi ne zaman?
Bir rüyada olduğumuzu anladığımızda –ki bunun için rüya işinde epeyce ustalaşmış olmamız gerekir– yapabileceğimiz öyle çok şey vardır ki. Rüyanın akışını değiştirebilir, yeni evrenler, boyutlar yaratabilir, bozuk dökük anıları düzeltebiliriz mesela. Fakat rüyadan çıkmak için yapılacak tek bir şey vardır; uykudan daha derin bir nefes almak... Olmadı, tekrar. Olmadı, tekrar. Ta ki uyanana kadar.