AB-Türkiye ilişkilerini doğru anlamak için, hem Avrupa bütünleşmesinin hem de Türkiye'nin Avrupa yöneliminin verili olgular ya da tercihler olmadığını bilmek gerekiyor. Bu ilişki başlı başına bir denklem ve denklemin AB'yle ilgili tarafını dayanak olma (demirleme) sorunu oluştururken, Türkiye'yle ilgili tarafını ise inandırıcılık sorunu oluşturuyor. AB tarafındaki dayanak olma sorunu, AB'nin Türkiye'nin üstleneceği uyum yükümlülüklerinin kısa erimli maliyetlerini paylaşma veya yaptırım uygulama kapasitesinin sınırlı olmasından kaynaklanıyor. AB sistemi uzun erimde değişmez olarak kalabilen kararlar üretebilir. Ancak bu kararların alınmasıyla ilgili risklerin ölçülebilir ve paylaşılabilir olması gerekir. Bu nedenle, AB'nin, Türkiye'nin Avrupa standartlarına uyum sürecini demirleyen bir dayanak olma kapasitesi kendiliğinden yürüyen bir süreç değildir. Türkiye tarafındaki inandırıcılık sorunu ise, dayanak sorununun aynadaki yansımasına benzer. Türkiye'de "görkemli" gibi görünen kararlar almak kolay, ancak bu kararlardan dönme veya bunları kağıt üzerinde bırakma olasılığı çok yüksektir. Bütün Cumhuriyet dönemini karakterize eden bu inandırıcılık sorunu nedeniyle, Türkiye'nin Avrupa yöneliminin mutlak olmadığını, dolayısıyla Türkiye'nin ayak sürüyen tutumuyla AB'ye birçok alanda gerekçe hazırladığını söyleyebiliriz. Bu dayanak / inandırıcılık ikileminin çözümü var mı? Türkiye'nin geçen yüzyıldan beri sevdası olan Batılılaşma macerasının özel bir uğraşı olan Avrupa yolculuğunu "dışarıdan" bir bakışla inceleyen bu kitabın yazarı Mehmet Uğur'un bu ikileme yanıtı olumludur. Uğur, hem AB'nin hem de Türkiye'nin "takdir" yetkisini sınırlayacak bir katılım öncesi programı kabul etmeleri ve buna uygun bir performans-ödül yapısının kurulması gerektiği kanısındadır. Helsinki kararı bu doğrultuda önemli bir adımdır, ancak Helsinki'de çizilen çerçevenin içini dolduracak ek düzenlemelere gerek vardır.